Ceyhun KALENDER


HİKÂYESİ OLAN TÜRKÜLER

Türk Eğitim-Sen Rize Şubesi Basın ve Halkla İlişkiler


 


“Şa­irim,
Zi­fi­ri ka­ran­lık­ta gelse şi­irin hası,
Ayak ses­le­rin­den ta­nı­rım.
Ne zaman bir köy tür­kü­sü duy­sam
Şa­ir­li­ğim­den uta­nı­rım.
Şa­irim,
Şi­irin ger­çe­ği­ni köy tür­kü­le­rin­de bul­mu­şum.
Tür­kü­ler­le yun­muş yı­kan­mış dilim,
On­lar­la ağ­la­mış, on­lar­la gül­mü­şüm.” Demiş şi­irin­de Bedri Rahmi EYU­BOĞ­LU.
İyi ki tür­kü­le­ri­miz var.
Bizi ağ­la­tan, gül­dü­ren, ağ­zı­mız­da acı-tat­lı ta­dıy­la, ha­ya­tın için­den…
İnsan kokan; mem­le­ke­ti­mi, ilimi, kö­yü­mü, der­di­mi an­la­tan tür­kü­ler…
Hele hi­kâ­ye­si olan tür­kü­ler yok mu?
Din­le­di­ği­miz­de bize hi­kâ­ye­si­ni ya­şa­tan, iz bı­ra­kan tür­kü­ler…
“KU­VÂ-Yİ MİLLİYE TÜR­KÜ­SÜ, GER­ÇEK BİR KAH­RA­MAN­LIK HİKÂYESİ
Güneş Ka­ra­de­niz ufuk­la­rı­nı kı­zı­la bo­ya­ya­rak bat­ma­ya ha­zır­la­nır­ken bir an önce Ana­do­lu’ya gö­tü­rül­me­si ge­re­ken si­lah­lar hâlâ Batum rıh­tı­mın­da ya­tı­yor­du.
Hal­bu­ki nasıl da dört gözle bek­li­yor­lar­dı on­la­rı.
Tek tü­fek­le sa­va­şan iki yi­ğit­ten biri nasıl da has­ret on­la­ra.
Bin­ba­şı Celal Bey bun­la­rı dü­şü­nü­yor ve dü­şün­dük­çe de yum­ruk­la­rı­nı sı­kı­yor, du­dak­la­rı­nı ısı­rı­yor­du.
Ak­şa­mın alaca ka­ran­lı­ğın­da rıh­tı­ma yeni bir tekne daha ya­naş­mış­tı.
Bin­ba­şı yine aynı şey­ler­le kar­şı­la­şa­ca­ğı­nı bile bile, son bir ümit­le ta­ka­ya doğru yü­rü­dü.
Rıh­tı­ma abor­da olmuş ta­ka­nın önün­de bir­kaç kişi vardı. Selam verip ken­di­ni ta­nıt­tı:
- Ben Bin­ba­şı Celal, dedi tok bir sesle.
- Trab­zon’a sefer ede­bi­lecek bir taka arı­yo­rum.
- Ben de habu ta­ka­nun re­isi­yim, dedi önün­de­ki beyaz saçlı adam.
- Dur­sun Kap­tan der­ler bana. Şimdi se­fer­den gel­dik ama fark etmez.
Ne ge­tü­re­ce­ğiz Trab­zon’a ?
Bin­ba­şı bir an te­red­düt etti.
Acaba silah de­me­se miydi?
Ga­li­ba Dur­sun Kap­tan da di­ğer­le­ri gibi İngi­liz­ler­den kork­tu­ğu­nu söy­le­yecek, ya da çok para is­te­ye­cek­ti.
Ancak ada­mın na­sıl­sa si­lah­la­rı gö­re­ce­ğin dü­şü­nüp:
- Yü­kü­nüz silah ola­cak kap­tan. Ku­vâ-yi Mil­li­ye ’ye gö­tü­re­cek­si­niz.
Dur­sun Kap­tan hiç te­red­düt et­me­di:
- Tamam bin­ba­şum, dedi.
- Ne zaman yuk­le­yi­ruz?
Bin­ba­şı Celal Bey bir an se­vin­cin­den uça­ca­ğı­nı his­set­ti.
Ancak ada­mın hala nav­lun be­de­lin­den bah­set­me­di­ği­ni dü­şü­nün­ce se­vin­ci yarım kal­mış gibi oldu.
- Yal­nız, fazla param yok kap­tan, dedi.
- Üc­re­ti şimdi ko­nu­şa­lım da sonra bir an­laş­maz­lık çık­ma­sın.
Sır­tı­nı tek­ne­ye da­ya­mış, ayak­ta uyu­yor­muş gibi duran Dur­sun Kap­tan bir­den dik­len­di.
Bin­ba­şı­nın yü­zü­ne ba­ka­rak göz­le­ri çak­mak çak­mak:
- Para önem­li değil.
Ne ve­rur­san ver, dedi.
- Vatan üze­ri­ne pa­zar­luk ya­pıl­maz.
Sen si­lah­la­rı gös­ter bize, ge­ri­si­ne ka­rış­ma.
Bin­ba­şı do­kun­sa­nız ağ­la­ya­cak gi­biy­di.
He­ye­can­dan tit­re­yen kol­la­rıy­la Dur­sun Kap­tan’ı ku­cak­la­dı.
Silah bul­mak için kat­lan­dı­ğı bunca sı­kın­tı bir anda si­lin­miş, bütün çek­tik­le­ri­ne değ­miş­ti.
Der­ken uşak­la­rın si­lah­la­ra üşüş­me­siy­le bir­kaç da­ki­ka sonra bütün ha­mu­le ta­ka­ya yük­len­miş, tekne se­fe­re hazır bir hale gel­miş­ti.
Tay­fa­lar yu­ka­rı çı­kar­ken Bin­ba­şı Celal Bey:
- Si­zin­le gel­me­yi çok is­ter­dim kap­tan, dedi.
-An­cak daha bul­mam ge­re­ken çok silah var.
Trab­zon li­ma­nın­da sizi kar­şı­la­ya­cak­lar.
-Hay­di Allah yo­lu­nu­zu açık etsin.
Dur­sun Kap­tan iti­nay­la sar­dı­ğı si­ga­ra­sın­dan derin bir nefes çe­ke­rek:
- Merak etme Bin­ba­şım, diye ko­nuş­tu.
- Ema­ne­tun ye­ri­ne va­ra­cak. Evvel Allah al­du­ğu­muz gibi tes­lim ede­ruz.
Kap­ta­nın ‘’ Bis­mil­lah vira! ‘’ em­riy­le taka rıh­tım­dan avara eder­ken Bin­ba­şı Celal Bey yaşlı göz­le­riy­le el sal­lı­yor­du.
Ça­nak­ka­le’de ay­lar­ca göğüs göğse çar­pı­şıp da gö­zün­den bir damla yaş düş­me­yen koca asker şimdi için için ağ­lı­yor­du.
Tek bir cümle için­di bu göz­yaş­la­rı: "Vatan üze­ri­ne pa­zar­lık ya­pıl­maz"
Batum’dan ay­rı­la­lı bir­kaç saat ol­muş­tu. Uygun rüz­gar­la yel­ken­ler şiş­miş, Rize’ye doğru yol ve­ril­miş­ti.
Tekne pupa yel­ken gi­der­ken Dur­sun Kap­tan kü­peş­te­ye yas­lan­mış, ke­yif­le si­ga­ra tüt­tü­rü­yor­du.
Tay­fa­la­rı çok se­ver­di onu. Sev­giy­le ka­rı­şık bir saygı du­yar­lar­dı. Hey­bet­li adam­dı Dur­sun Reis… "Gör­sen bizim kap­ta­nı, sa­nır­sun bir as­lan­dı" der­ler­di.
Fır­tı­na­lı ol­ma­sa Ka­ra­de­niz’de gece yol­cu­lu­ğu bir başka güzel olur­du. Hele ay batı uf­kun­dan yük­sel­di­ğin­de, de­niz­de altın tozu se­ril­miş bir yol çizer, gü­ver­te­den sey­ri­ne doyum ol­maz­dı. Ancak Dur­sun Kap­tan’ın gözü bun­lar­da değil, ani­den or­ta­ya çı­ka­bi­lecek İngi­liz savaş ge­mi­sin­dey­di. Ge­ce­le­ri ışık­la­rı­nı sön­dü­re­rek do­la­şan bir İngi­liz Gam­bo­tu bu su­la­rı ha­ra­ca kes­miş­ti. Ken­di­ni deniz kurdu sanan nice kap­ta­nı kıs­kıv­rak ya­ka­la­mış­lar­dı. Bu yüz­den göz­le­ri­ni dört aç­ma­lı ve düş­ma­na pabuç bı­rak­ma­ma­lıy­dı.
Gece ya­rı­sı­na doğru kap­tan köş­kü­nün üze­rin­de var­di­ya nö­be­ti tutan gözcü uzak­tan bir ışık gör­dü­ğü­nü rapor etti. Aşa­ğı­da Hafif kes­ti­ren Dur­sun Kap­tan bunu haber alın­ca gü­ver­te­ye fır­la­mış­tı. Hemen emir verdi, ta­ka­nın bur­nu­nu kı­yı­ya al­dı­lar. Ar­dın­dan da yel­ken­ler top­lan­dı ve ilk hızla kı­yı­ya ya­na­şan tekne küçük bir koyun kuy­tu­lu­ğun­da yatıp bek­le­me­ye baş­la­dı. Pür dik­kat ka­ran­lık ufku ta­ras­sut eden kısık göz­ler ince bir ışık gör­müş­tü. Gi­de­rek kı­yı­ya ya­na­şı­yor ve git­tik­çe bü­yü­yor­du. Acaba İngi­liz ga­vu­ru ta­ka­yı fark etmiş miydi? Ne­fes­le­ri­ni tu­ta­rak bek­le­me­ye baş­la­dı­lar. Gam­bot iyice kı­yı­ya ya­naş­mış­tı. Hatta ka­zan­la­rı­nın se­si­ni bile duyar gi­biy­di­ler. Ancak ne ol­duy­sa oldu, oku­duk­la­rı bunca du­anın be­re­ka­tıy­la kı­yı­ya daha fazla so­kul­ma­dı. Ro­ta­sı­nı de­ğiş­ti­re­rek, Hopa yö­nün­de uzak­la­şıp, göz­den kay­bol­du.
Der­ken Dur­sun Kap­tan yine emri verdi, yel­ken­ler fora edil­di. "Bis­mil­lah vira!" ko­mu­tuy­la Rize’ye doğru yol ve­ril­di. Sa­ba­ha kadar olay­sız sey­re­dil­di. Ancak tan yer ağa­rır­ken var­di­ya­da­ki uya­nık gözcü yine gö­re­ce­ği­ni gör­müş:
- Dur­sun Kap­tan, bir duman! diye ba­ğır­mış­tı. Kap­tan der­hal ay­na­yı ( dür­bün ) kap­mış ve aynı anda da du­dak­la­rın­dan güzel bir söz dö­kül­müş­tü:
- Gül­ce­mal… Gül­ce­mal bu.
Bu arada Mak­ri­ya­li kı­yı­la­rı da aşıl­mış, Kemer çok­tan bor­da­lan­mış­tı. Dur­sun Kap­tan uy­ku­suz­luk­tan bitap düşen mü­ret­te­ba­tı­nı can­lan­dır­mak için gü­ver­te­ye fır­la­yıp:
- Ali ner­de­sun? Koş ke­men­çe­yi al gel, diye ba­ğır­dı.
- Ke­me­ri bor­da­la­duk. Daha durur misun?
Kap­tan ister de Ke­men­çe­ci Ali durur mu? Uy­ku­su­nu falan çok­tan unut­muş, yaman bir horon ha­va­sı çal­ma­ya baş­la­mış­tı. Der­ken koca taka gü­ver­te­ye çar­pan ayak ses­le­riy­le sar­sıl­ma­ya baş­la­mış, ke­men­çe nağ­me­le­ri­ne eşlik eden hay­kı­rış­lar­la in­le­me­ye baş­la­mış­tı. Bizim uşak­lar gene ken­din­den geç­miş­ti.
So­nun­da oy­na­mak­tan bitap düşüp, sö­nük­le­şen yıl­dız­la­rın al­tın­da gü­ver­te­ye se­ril­dik­le­rin­den Pir­yoz fe­ne­ri­ni gör­dü­ler. Artık Rize’ye ulaş­mış sa­yı­lır­lar­dı. Ancak ken­di­le­ri­ni bek­le­yen sev­dik­le­ri­ne koş­mak ye­ri­ne "Selam olsun Rize’ye…" deyip yol­la­rı­na devam ede­cek­ler­di.
Of, Sür­me­ne, Arak­lı der­ken ak­şa­ma doğru Trab­zon’a var­dı­lar. Di­re­ği­ne ko­ca­man bir ay yıl­dız toka edi­len taka sü­zü­le sü­zü­le rıh­tı­ma ya­na­şır­ken, on­la­rı dört gözle bek­le­yen­ler se­vinç­le el sal­lı­yor­lar­dı. İyice kı­yı­ya ya­na­şın­ca rıh­tım­da­ki su­bay­lar el­le­ri­ni kal­pak­la­rı­na gö­tü­rüp se­la­ma dur­du­lar. Dur­sun Kap­tan da te­red­düt et­me­di. Asker ol­ma­dı­ğı halde elini ba­şı­na gö­tür­dü ve yaman bir selam çaktı.
Bu sefer Dur­sun Kap­tan’ın ilk se­fe­riy­di ama son se­fe­ri­ni yap­tı­ğın­da kü­peş­te­ye ka­zı­dı­ğı çen­tik tam elli beşe ulaş­mış­tı. Bu sı­ra­da Doğu Ka­ra­de­niz’de bir türkü dil­den dile do­laş­ma­ya baş­la­mış­tı:
Dur­sun kap­tan Batum'dan avare etti kalk­tı.
Şi­şir­di yel­ken­le­ri, ci­ga­ra­sı­nı yaktı.
Pupa yel­ken gi­der­ken, kü­peş­te­ye yas­lan­dı.
Gör­sen Dur­sun kap­ta­nı, sa­nır­sın bir as­lan­dı.
Mar­di­ya­dan ba­ğır­dı Dur­sun kap­tan bir duman.
Kap­tan aldı ay­na­yı dedi ki gül cemal.
Gi­de­lim yali yali da aşa­lım bar­fi­ya­li.
Bir horon ede­ce­ğim vur ke­men­çe­yi Ali.
Pir­yoz ça­kı­yor pir­yoz da selam olsun Rize'ye.
Elli beş sefer ettim da Ku­va­yi Mil­li­ye'ye.
Of, Sür­me­ne, Arak­lı da ya­naş­tım Trab­zon'a.
Kur­tu­luş sa­va­şın­da da ça­lış­tım kana kana”.
NOKTA ANA DES­TA­NI
Genç yaşta dul kalan Çam­lı­hem­şin­li Nokta Ana'nın ha­yat­ta­ki en de­ğer­li var­lı­ğı oğlu Ahmet'tir. Gözü gibi bakar bü­yü­tür her ana gibi. Ahmet büyür, gur­bet el­le­re (Eski yöre in­sa­nı­nın de­yi­miy­le Kırım'a) ça­lış­ma­ya gider. Uzun sürer gur­bet ha­ya­tı. Nokta Ana'nın gözü yol­lar­da, Ahmet'ini bek­le­mek­te­dir.
Fakat pat­ro­nuy­la ara­sın­da tar­tış­ma ya­şa­nan Ahmet kısa sü­re­li bir hapis ha­ya­tı yaşar. Söy­le­nen odur ki bu du­ru­ma çok üzü­len Ahmet, ha­pis­te ve­re­me ya­ka­la­nır ve vefat eder. Ölüm ha­be­ri bir mek­tup­la ula­şır Nokta Ana'ya. Oğ­lu­nun me­za­rı­nı almak için kal­kar Çam­lı­hem­şin'den gur­bet el­le­re düşer Nokta Ana. Alır oğ­lu­nu, ge­ti­rir kö­yü­ne, yanı ba­şı­na gömer. O gün­den de ölene dek ağıt yakar oğlu Ahmet için. (Dört yüz kıta ol­du­ğu söy­le­nen des­ta­nın “Ah­me­dum” diye he­pi­mi­zin bil­di­ği tür­kü­den bir­kaç dört­lük):
Çi­ka­ma­dum Çol­va­roş’un du­zi­na.
Düğün olur ge­li­ni­na ki­zi­na.
Gelin edup ba­ka­ma­dum yu­zi­na.
Sen­den sonra gelin gor­mem Ah­me­dum.
Bul­bul oter ilga eder da­li­ni.
Ördek yuzer dalga eder gö­li­ni.
Dört sene do­lan­dun Kirum elini.
Bun­dan sonra daha koy­mam Ah­me­dum.
Yaz ge­len­de yay­la­la­run ye­şi­li.
Kış ge­len­de mi­sir­le­run hi­şi­li.
Bizum köyun kız ge­li­ni pu­şi­li.
Bun­dan sonra puşi tak­mam Ah­me­dum.
Nokta Ana etsun bi tava helva.
Top­la­nup ye­sun­ler Emine, Heva.
Ağ­la­ma va­li­dem yu­re­ğun sava.
Bir tu­ken­mez derde duş­tum Ah­me­dum”.
OR­MAN­CI TÜR­KÜ­SÜ
Muğla’nın Ge­ve­nes Köyü’nde şim­di­ki adıy­la Çay­bü­kü’nde, 1922 yı­lın­da dün­ya­ya gelen Mus­ta­fa Şah­bu­dak, ağa ço­cu­ğu­dur. Köy Muh­ta­rı Tev­fik Ce­za­yir­li, Mus­ta­fa’nın en yakın ar­ka­da­şı­dır. 1946 yı­lı­nın bir Tem­muz gü­nün­de, Mus­ta­fa Şah­bu­dak ve Muh­tar Tev­fik Ce­za­yir­li, yine dama ma­sa­sı­nın ba­şı­na otu­rur­lar. Oyu­nun ya­rı­sın­da ”Sarı Memet” la­kap­lı Orman Me­mu­ru Meh­met İn çı­ka­ge­lir. Meh­met, sar­hoş­tur. Bir gün önce, komşu olan Çift­lik Köyü’nde yan­gın çık­mış­tır. 1946 se­çim­le­ri­nin ev­ra­kı Ya­ta­ğan’a gön­de­ri­le­cek­tir. Seçim ev­ra­kı­nı Ya­ta­ğan’a, köy bek­çi­si­nin gö­tür­me­si zo­run­lu­dur. Or­man­cı ise, yan­gın ev­ra­kı­nın bir an önce il­çe­ye gö­tü­rül­me­si için bek­çi­yi muh­tar­dan ister. Muh­tar Ce­za­yir­li, “Olmaz, daha acil olan seçim so­nuç­la­rı­nın ulaş­tı­rıl­ma­sı ge­re­ki­yor. Bek­çi­yi gön­de­re­mem” diye cevap verir. Bunun üze­ri­ne or­man­cı ile muh­tar ara­sın­da tar­tış­ma baş­lar. Muh­tar Tev­fik Ce­za­yir­li, “Ayıp edi­yor­sun Meh­met, bize mü­sa­ade et” der. Or­man­cı kah­ve­ye geri döner, dama ma­sa­sı­na bir yum­ruk atar. Mus­ta­fa Şah­bu­dak, bu dav­ra­nı­şa ta­ham­mül ede­mez ve or­man­cı­yı to­kat­lar. Ola­yın bü­yü­ye­ce­ği­ni an­la­yan köy­lü­ler, or­man­cı­yı sa­kin­leş­me­si için kah­ve­nin arka ta­ra­fı­na gö­tü­rür­ler. Or­man­cı ba­ğı­ra­rak kü­für­ler sa­vur­mak­ta­dır. Kü­für­ler Mus­ta­fa Şah­bu­dak’ın ta­ham­mül sı­nı­rı­nı daha da zor­lar. Şah­bu­dak, ye­rin­den kal­kar, or­man­cı­nın üze­ri­ne yürür. Or­man­cı Meh­met, ka­ma­sı­nı çı­ka­rıp Mus­ta­fa Şah­bu­dak’ı ko­lun­dan ya­ra­lar. O zaman, Mus­ta­fa Şah­bu­dak or­man­cı­yı kor­kut­mak için be­lin­de­ki ta­ban­ca­yı çı­ka­rır, yere doğru ateş eder. Muh­tar, or­man­cı­nın ikin­ci kez kama vur­ma­ma­sı için elini tutar. Fakat, Mus­ta­fa te­ti­ği çok­tan çek­miş­tir. Or­man­cı Meh­met İn, bunun üze­ri­ne kaç­ma­ya baş­lar. Mus­ta­fa Şah­bu­dak kaç­ma­sın diye bir el daha ateş eder. Bu ateş de öl­dür­mek için değil, kaç­ma­sı­na engel olmak için­dir. İkinci atış­ta Meh­met İn, yere düşer. Arka ce­bin­de ta­ba­ka ol­du­ğu için, ona bir şey olmaz. Ama, Mus­ta­fa Şah­bu­dak, kaza kur­şu­nu ile dostu Tev­fik’i vur­muş­tur.O gün­le­rin im­kan­sız­lık­la­rı içe­ri­sin­de Tev­fik’i, tahta bir sal üze­rin­de köy­den 23 ki­lo­met­re uzak­lık­ta­ki Muğla Dev­let Has­ta­ne­si’ne gö­tü­rür­ler. Tev­fik, çok kan kay­bet­mek­te­dir. Mus­ta­fa, Dok­tor Veli Bey’e, ”Ba­ba­mın se­la­mı var, bu adamı iyi­leş­tir” diye yal­va­rır. Dok­tor Veli Bey, ”O ölecek, önce senin ko­lu­nu sa­ra­lım” diye yanıt verir. O sı­ra­da Tev­fik eliy­le işa­ret edip Mus­ta­fa’yı ya­nı­na ça­ğı­ra­rak, ”Ben ölü­yo­rum, hak­kı­nı helal et” de­dik­ten sonra can verir. Mus­ta­fa Şah­bu­dak ce­za­evi­ne gön­de­ri­lir. Yıl­lar­dır her şeyi unut­ma­ya ça­lı­şan Mus­ta­fa’ya bir gün ar­ka­daş­la­rı, Tahir Usta adın­da bir de­ğir­men­ci­den bah­se­der­ler. Bu de­ğir­men­ci, an­ne­si­nin ak­ra­ba­sı­dır. De­ğir­men­ci Tahir Usta aynı za­man­da türkü de bes­te­le­mek­te­dir. Ge­ve­nes Köyü’nde ya­şa­nan bu acı olay, Tahir Usta ta­ra­fın­dan bes­te­len­miş­tir. Dü­ğün­ler­de oku­nan, her­ke­sin di­li­ne düşen türkü, OR­MAN­CI’dır:
Çık­tım Belen Kah­ve­si­ne Bak­tım Ovaya,
Bay Mus­ta­fa Ça­ğır­dı Da Dam’Oy­na­ma­ya.
Or­man­cı Da Gelir Gel­mez Yıkar Ma­sa­ya,
Söz An­la­maz Or­man­cı Çek­miş Ka­fa­ya.
Aman Or­man­cı Yak­tın Or­man­cı,
Kö­yü­mü­ze Ge­tir­din Yok­tan Bir Acı.
Kö­yü­mü­zün Su­la­rı Hoş­tur İçmeye
Üs­tün­de Köp­rü­sü Var, Gelip Geç­me­ye.
Or­man­cı Da Beni Vurdu Hiç Mi Hi­çi­ne
Yazık Ettin Or­man­cı Köyün İki Gen­ci­ne,
Aman Or­man­cı Yak­tın Or­man­cı,
Kö­yü­mü­ze Ge­tir­din Yok­tan Bir Acı.
Gi­re­niz’in Or­ta­sın­da De­ğir­men Döner,
De­ğir­me­nin Su­la­rı Da­ğın­dan İner.
Mus­ta­fa’ya Atı­lan Kur­şun Tev­fik’e Değer
Tev­fik’imin Acı­la­rı Yü­rek­ler Deler
Aman Or­man­cı Yak­tın Or­man­cı,
Kö­yü­mü­ze Ge­tir­din Yok­tan Bir Acı.”