Yağmur hissettirmeden, ince ince yağıyor ama insanın içine de işliyordu. Hava oldukça soğuk, bense dükkânın vitrin penceresinden dışarıyı seyrediyordum. Akşamın bu ilk vaktinde yağmurdan kaçıp, evlerine gitmeye çalışan kişilerin hızlı hızlı yürüyüşlerini, bazılarının da koşuşturmasını, gülümsemeyle süslenmiş bir teslimiyetle izliyordum. Aniden kapıdan içeriye, ısınmak için giren rüzgâr, içimi ürpertti. Masanın altında, ayağımın ucunda duran elektrik sobasına uzandım ve yaktım. Boyun atkımı biraz daha sıkıştırdım. Sobadan yayılan sıcaklık, ayaklarımdan vücuduma doğru tırmanırken, eşim dumanları tüten bir fincan kahve getirdi. Yok olmamak için çırpınan, kalbimdeki son soğuk tanecikleri de onun müşfik gözlerinden saçılan nurlar ile yerini huzurun sıcaklığına bıraktı.
Kahveden bir yudum alırken yazmak için bilgisayara döndüm. Ancak ellerim, güneşli bir havada, beyaz bulutların üzerine kurulu tahtında, miskince pinekleyen tembel kral gibi durgundu. Ölü denizin kenarında rüzgârı bekleyen, kır çiçeğine konmuş narin bir kelebek gibi kanatlarımı açmış, yazmak için kelimeleri bekliyordum. Ellerim klavyede, bakışlarım, ruhumun seyrettiği kelimeler cennetinde, duygularıma tercüman olabilecek en güzel sevgi namesini aramaya başladı. Ancak nafile bir arayıştı. Sanki kelimeler bana küsmüştü. Parlak sözler yazmak istiyordum ama ne yapsam boşunaydı. Birden gönlümün duvarlarında “Kelime aramaktan vazgeç” diye bir ses yankılandı. “Kendini sözcüklerin akışına bırak. Yaz sadece yaz. Sana ne söyleniyorsa hepsini, dosdoğru, içinden geldiği gibi dürüstçe ve yalın bir şekilde anlat. Yalansız ve umarsızca, bir karşılık beklemeksizin söyle. Parmaklarınla konuş. Boşluğa düşersen eğer sakince düşün. Dinle. İçindeki sese kulak ver. Mahzun olma ve artık şaşkınca aranıp durma. Durmadan içimde fısıldayan bu ses de kimin? diye sorma. Hala anlamıyor musun? Her sabah aynada gördüğün kim? O maskenin ardındaki hakikat nedir? Hem Evvel hem de Ahir, hem Batın hem de Zahir. İşte O benim. Ben sadece benim. Kendini varlık aynasında var sanan, nice mevhum nurların ötesindeki, nurun nuruyum ben. Ne senden öteyim, ne de senden beri. Bütün iyilik ve güzelliklerin sahibi, bağışı ve ihsanı çok olan, iyiliğin, vefanın, güzelliğin ve ihsanın tek kaynağı olan Berr’im. Ben, fakirin, mahzunun, yetimin, hastanın gözlerinden bakanım. O halde sen de görmek yahut duymak istersen beni, bir fakir bul, bak gözlerinden içeri, göreceksin o zaman hem Hakk’ı hem de Berr’i. Hala şaşkınsın oysaki kalbin aşka aşkın. O halde kaldır başını da bak kapıya. Bakalım ne göreceksin, ne duyacaksın?”
İçimdeki ses kalbimde hala çınlarken, dükkânın kapısında bir çift göz belirdi. Oldukça esmer, yaşlı bir dilenci kadın ağlıyordu. Eşim süratle yanına gitti. Koluna girdi ve içeri alarak sandalyeye oturttu. Eski püskü elbisesinin üzerine giydiği hırkasındaki siyah beyaz desenler, birkaç yeri yırtılmış, mavi basmadan şalvarındaki rengi solmuş küçük çiçeklerle ilginç bir uyum içindeydi. Sandalyenin yanı başındaki eşim, soğuktan şişmiş, donuk elleri avucuna alıp, solgun ve yaşlı kadını bağrına basıp “Neyin var Teyzecim?” diye sorunca artık kendini tutmaktan yorulmuş, o meyus gözlerden sicim gibi gözyaşları akmaya başladı. Belli ki huzurlu bir kucakta, kaç asır olmuştu ki güven içinde doya doya ağlayamamıştı. Birbirine sarılmış hüsna kadınları hayretle izlerken, ince bir tülbendin üzerine, uçları boyuna dolanmış başörtüsü ile acemice örtülmüş o güzel başa, hangi meş’um hadise gelmiş olabilir diye düşünüyordum. Bu gariban dilenci kadını böylesine ağlatan neydi? Bir bardak su uzattım. Yavaşça yudumlarken, sağanak gözyaşının son damlaları, gözlerinden yanaklarına doğru süzüldü. Bardağı önündeki sehpaya ürkerek koydu. Yaşlılığın izlerini taşıyan, yumuk elinin tersiyle gözlerinin altını sildi ve hafif, kısık bir sesle “Özür dilerim. Sizi zahmete soktum. Üzdüm.” Eşim şefkatle atıldı hemen “O nasıl söz teyzem? Hiç olur mu öyle şey, ne zahmeti?” diyerek karşısına oturdu. “Hayırdır inşaallah ne oldu? İstersen seni dinleriz.” diye ilave etti.
İSTEYİP DİLENENİ AZARLAMA
“Adım Rabia” diye başladı konuşmasına dilenci kadın. “Evet, ben bir dilenciyim ama bunu ben istemedim ki mecbur kaldım. Halimi görüyorsun. Hastayım. Yaşlıyım. Yaşamak zorundayım. Artık kimselerim de kalmadı ki bana baksınlar. Ah be kızım, nesini anlatayım, neresinden başlayayım? İşte öylesine bir Rabia’yım. Ben de bir anadan doğdum, geldim, gidiyorum. Şu ahir ömrümde bakıyorum da hiç gün görmemişim. Dilencilik değil de ağrıma giden, azarlanmak, aşağılanmak pek bir ağrıma gidiyor be kızım.” Konuşurken esmer yüzünde, etrafına yayılan esrarengiz ve keskin nur tabakası, gönlümün gözlerini kamaştırıyordu. Bir ara göz göze geldik. Gözbebeklerinin karanlık deliğinden, içerilere, bilinmeyen bir mana âlemine doğru, inanılmaz bir kudretle çekildiğimi hissettim. Şimdi düşünüyorum da o gözlerin rengini, ah o gözlerin rengini, hatırlayamıyorum ama o gözlerdeki bakışları, renkli bakışları hiç unutamıyorum. Rabia teyze derin bir iç geçirerek devam etti. “Belki de başımı alıp çok uzaklara, kimselerin olmadığı uçsuz bucaksız diyarlara gitmeliyim. Tüm dertlerden kurtulmak için herkesten ve her şeyden kaçmalıyım. Bir anda ayağa kalkmalı ve ne varsa hepsini geride bırakarak, doğruca yollara düşmeliyim. Neresi olacağını düşünmeden, ağlamadan, üzülmeden sadece yürüyüp kaybolmalıyım. Ancak yapamam. Rabbime asi olamam. Kim ne derse desin bu benim kaderim. Böyle yazmış güzel Allah’ım. Elden ne gelir. Allah’ımın dediğine söz mü söylenir? Yardım istemek için girdiğim bir dükkândan kovdular az önce. Aslında beni aşağılayan, dükkânından kovana da dua ediyorum. Yine de elimde değil üzülüyorum. Ne olur bizi kovmasalar, güzel konuşsalar değil mi? Biz de bir ananın kuzusu değil miyiz? Biz de Allah’ın bir kulu değil miyiz?” Ne diyeceğimi bilemiyordum. Rabia Teyzeye söylemek istediğim onca şey vardı ama sanki dilim tutulmuştu. İçimde anlayamadığım bir sevgi ve korku hâsıl oldu. Birden sevgilinin sözleri geldi kalbime, bir hançer gibi saplandı. Ne dert kaldı ne tasa, ne lazımsa bu başa, tüm çözümler anlamını yitirdi, kalmadı aşka O’ndan başka. Dilim sözüne vesile oldu, nuru tüm gönüllere doldu. “Üzülme Rabia teyze” dedim fısıldayarak “Üzülme. Bak Cenab-ı Allah ne buyuruyor bu konuda?” O kıymetli hazineyi çıkarmak için, hikmet kovasını, gönül kuyusuna daldırdım. O yüce sözler dudaklarımdan inci damlaları halinde dökülmeye başladı. “Öyleyse sakın yetimi ezme, aşağılama. İsteyip dileneni azarlayıp çıkışma.” (DUHA 9-10)
MUTLU ETMEK, MUTLU OLMAKTAN DAHA ÇOK MUTLU EDER İNSANI
Rabia teyze yavaşça kalktı. Gözlerime öyle bir sevgiyle baktı ki kalbim titredi. “Başınızı ağrıttım. Kusura bakmayın. Bağışlayın beni.” diyerek kapıdan ağır adımlarla dışarıya çıktı. Peşi sıra dışarıya çıktık. Tekrar gelmesini söyledik. Mutluydu ama asıl garip olan şey ise biz de mutluyduk. Sokağın çukurlarına doluşmuş yer yer su birikintilerine akseden pırıltıların, cilveli raksına dalan gözlerinden, dışındaki soğuk havaya inat, esmer yanaklarında sımsıcak sevgi gülleri belirdi, gülümsüyordu. Bir anda esen serin rüzgârın, içini ürperten gıdıklamasıyla, siyah beyaz hırkasının yakasını yukarı kaldırdı. Usulca ellerini ceplerine soktu. Bir soba gibi yanan kalbine yakın, içine doğru büzüştü. Yağmura susamış karanlık sokaklarda, ağır adımlarla meçhul bir geleceğe doğru, yitik bir gölge gibi sessizce gözlerden kayboldu. Eşimin elinden sıkıca tuttum. Sevgiyle birbirimize baktık. Dükkândan içeri girerken içimdeki ses şöyle sesleniyordu; “Sana bakan o Rabia’nın gözlerinde gördüğün kimdi? Dudaklarından çıkan sözler kimindi?”
Sevgi ışığınız, kalbiniz rehberiniz olsun.
Kudret Uğurlu Eminsoy