Fatih Sultan KAR


VASFİ RIZA ZOBU'NUN HATIRALARINDA RİZE, RİZE'YE İLK TİYATRONUN GELİŞİ

e-mail: fatihsultan.kar@gmail.com - Web: www.fatifsultankar.com


Ti­yat­ro ve si­ne­ma oyun­cu­su 1977 yı­lın­da Mil­li­yet Ya­yın­la­rı ta­ra­fın­dan ba­sı­lan “O Gün­den Bu Güne” isim­li ki­ta­bın­da Rize’ye ge­niş­çe yer ver­miş­tir. Rize ili­nin kül­tür ve sanat ta­ri­hi için büyük önem ta­şı­yan bu ha­tı­ra­la­rı siz­ler­le pay­la­şı­yo­rum.
BİR ÇIL­GIN VALİ
1925 Eylül ayın­da tam kadro ile Ka­ra­de­niz tur­ne­si­ne çık­tık.. «İnönü» isim­li köhne bir vapur; is­ke­le­le­re uğ­ra­ya­rak, gö­tü­rüp bizi beş günde Trab­zon’a bı­rak­tı. Trab­zon’a gel­di­ği­miz gün: «Rize Va­li­si si­zin­le gö­rüş­mek is­ti­yor» de­di­ler. «Bu­yur­sun­lar» dedik, bu­luş­tuk. Zeki bir adam­dı. Şi­ve­sin­de bir Do­ğu­lu ahen­gi vardı. Zayıf vü­cu­du ile çevik bir kimse ol­du­ğu belli. İstik­lâl har­bin­de jan­dar­ma za­bi­ti imiş. Ya­şı­na ba­kı­lır­sa rüt­be­si küçük ola­cak. İsmi de Hur­şit bey... «Sizin için, si­zin­le gö­rüş­mek ve Rize’ye davet etmek için gel­dim. Siz­den söz alın­ca, bu­ra­ya gel­di­ği­niz va­pur­la ben de Rize’ye dö­ne­ce­ğim”.
RİZE’DE YİRMİ, GÜNDE TİYATRO BİNASI YA­PIL­DI
Rize nasıl yer­dir? Oteli, lo­kan­ta­sı ne çe­şit­tir? En mü­hi­mi: Ti­yat­ro bi­na­sı var mıdır? Bu su­al­ler içi­miz­den ge­çer­ken, o te­red­dü­dü­mü­zü an­la­dı. ”Merak et­me­yin, rahat ede­bi­le­ce­ği­niz bir otel yap­tırt­tım.. Ge­le­ce­ği­ni­zi vaat eder­se­niz, gider git­mez de ti­yat­ro­yu yap­tı­rıp, elekt­ri­ği de temin ede­ce­ğim”. “Ti­yat­ro bi­na­sı? Elekt­rik? Yani biz ge­lin­ce­ye kadar mı?. “Evet siz ge­lin­ce­ye kadar”.Bu adam ya ti­yat­ro bi­na­sı­nın nasıl bir şey ol­du­ğu­nu bil­mi­yor, yahut ta, pa­lav­ra­cı­nın biri. Kahve kö­şe­sin­de mi yer gös­te­recek: «İşte ti­yat­ro­muz, bu­yu­run» mu di­yecek? “Prog­ra­mı­nı­zı gör­düm. Daha yirmi gün var”. Evet. İşte bizde onun için, yani yirmi günde bil­mem ama, bu kadar şeyi yap­mak?.. Hü­lâ­sa, uzat­ma­ya­lım: Meğer oteli bir ayda yap­tır­mış! Me­zar­lık­la­rı yol üs­tün­den mü­na­sip bir yere kal­dır­ma­ya, bir iki günde mu­vaf­fak olmuş. Mek­tep­ler, yol­lar, park­lar, köp­rü­ler seri ha­lin­de inşa edil­miş. Biz Rize’ye çık­tı­ğı­mız zaman sah­ne­si, sahne oda­la­rı, sa­lo­nu ve kol­tuk­la­rı tamam ve hazır olan ti­yat­ro bi­na­sı­nın baş­la­ma­sı ile bit­me­si tam 19 gün sür­müş! Şehir elekt­rik te­si­sa­tı­nın ku­rul­ma­sı için de üç gün kâfi gel­miş! Mem­le­ke­ti­miz­de böyle sürat, gö­rül­müş işi­til­miş şey de­ğil­di. Büyük şe­hir­le­ri­miz­de bile, mü­hen­dis­le­rin par­mak­la sa­yıl­dı­ğı, yapı us­ta­la­rı­nın hiç bu­lun­ma­dı­ğı, o de­vir­de bun­la­rı yap­mak! Ha­ri­ka bir adam bu!. Böyle bir Va­li­nin da­ve­ti­ne git­mek: mu­ci­ze mi­sa­li yap­tı­ğı iş­le­ri ye­rin­de gör­mek; ba­hu­sus ti­yat­roy­la da il­gi­len­di­ği için, bize göre «İdeal Vali» sa­yıl­dı­ğın­dan, tek­li­fi­ni kabul etmek boy­nu­mu­zun bor­cuy­du.. «Pe­ki­yi, ge­li­yo­ruz» dedik.
ŞİRİN BİR YER
12 Ekim 1925 ala­turka saat 12,35’de «Vatan» va­pu­ru ile Rize’ye ha­re­ket ettik.
Rize şeh­ri­nin dı­şar­dan gö­rü­nüş­te bir ha­ri­ka. Sey­ri­ne do­yul­ma­ya­cak kadar nefis... Zaten Sam­sun’dan bu ta­raf­la­ra, ta­bi­at öyle cö­mert dav­ran­mış, bütün sa­hi­le öyle em­sal­siz gü­zel­lik­ler serp­miş ki. Li­ma­nı, dal­ga­kı­ra­nı, rıh­tı­mı, is­ke­le­si, ol­ma­yan bir vi­lâ­yet mer­ke­zi. De­niz­den gelip kum­sa­la ayak bas­tı­nız mı; kar­şı­nız­da şöyle bir kaç ev ve bir cad­de­lik dar bir şehir. «Dar» di­yo­rum, çünkü hemen, te­pe­si­ne kadar orman olan dağ­lar­la fon­lan­mış.. Hü­lâ­sa; de­niz­le, yem­ye­şil dağın ara­sın­da uza­nan Kor­don, şerit, kor­niş.. Ne denir böy­le­si­ne bir şehre bil­mi­yo­rum ama; güzel, şirin bir yer. Hur­şit beyin eser­le­ri sa­hi­le, âdeta kum­sal üze­ri­ne sı­ra­lan­mış. Va­pu­ru­muz şeh­rin önüne de­mir­le­di­ği zaman ka­ran­lık bas­mış­tı. Üç gün­lük elekt­rik­ler; bir aylık bem­be­yaz sivri oteli, gene bem­be­yaz yassı ti­yat­ro bi­na­sı­nı pırıl pırıl bir hale ge­tir­miş. Hani ku­yum­cu vit­rin­le­ri­ne siyah ka­di­fe kap­lar­lar da, bol zi­ya­nın al­tın­da el­mas­la­rın pa­rıl­tı­la­rı göz­le­ri ka­maş­tı­rır.. İşte ka­ran­lık­lar için­de gök­le­re kadar yük­sel­miş or­ma­nın ku­ca­ğın­da, bu beyaz ba­da­na­lı, bol ışık­lı bi­na­lar öyle gö­rü­nü­yor­lar­dı. Ka­ra­de­niz sahil şe­hir­le­ri­ne mah­sus bi­çim­li ka­yık­lar­la, kum­sa­la baş­tan­ka­ra ede­rek, Rize’ye bu güzel gö­rü­nüş­ler­le çık­tık. Ru­tu­be­ti daha tü­ken­me­miş yeni ote­lin, kul­la­nıl­ma­mış möb­le­li küçük oda­la­rı­na ne­şe­ler için­de yer­leş­tik.
YUR­DUN FAKİR KÖŞESİ RİZE
Se­ne­ler son­ra­sı çay tar­la­la­rı, man­da­li­na or­man­la­rıy­la zen­gin­le­şecek olan Rize o se­ne­ler, Tür­ki­ye’nin en fakir bir kö­şe­siy­di.. Okur-ya­za­rın sa­yı­sı ne ka­dar­dı bil­mem. Ama gö­rü­nen bir şey varsa o da: Tür­ki­ye’nin sı­kın­tıy­la ge­çi­nen bir top­lu­lu­ğu­nun için­dey­dik... Para yok. Geçim sı­kın­tı­sı son­suz. Bu şart­lar al­tın­da ti­yat­ro ancak kül­tü­rü bol batı mem­le­ket­le­rin­de oy­na­nır ve se­yir­ci de bulur. Ama Hur­şit Bey, 19 günde ti­yat­ro bi­na­sı yap­tı­ğı gibi, aynı zaman için ti­yat­ro se­yir­ci­si de bul­muş­tu. Ömür­le­ri yerli ve ya­ban­cı düş­man­la­ra karşı mü­ca­de­ley­le geçen bu in­san­la­rın bu­lun­duk­la­rı şehre da­vul­lu, düm­be­lek­li, kan­to­lu bir­ta­kım top­lu­luk­lar gel­miş geç­miş. Ama bil­di­ği­miz ti­yat­ro ya ben­zer; tem­sil verir bir heyet uğ­ra­ma­mış.. Bir akşam sonra kar­şı­la­rı­na çı­ka­cak olan Da­rül­be­da­yi’in ne ol­du­ğu­nu ve ne ya­pa­cak­la­rı­nı; yap­tık­la­rı şeyin kar­şı­sın­da ken­di­le­ri­nin nasıl dav­ra­na­cak­la­rı­nı bil­me­le­ri­ne elbet imkân yoktu. Tabiî bir­kaç memur ve eş­raf­tan iki-üç kişi müs­tes­na. Vali Hur­şit Bey başta olmak üzere, bi­len­ler bil­me­yen­le­re ti­yat­ro­yu an­lat­mış­lar; “Bu ge­len­ler, sizin gör­dü­ğü­nüz oyun­cu­lar­dan de­ğil­dir. Bun­la­rı cid­di­yet­le din­le­yecek ve perde so­nun­da on­la­rı al­kış­la­ya­cak­sı­nız” de­miş­ler.
RİZE’DE YER YERİNDEN OY­NU­YOR
Rize’ye üç ko­me­di ile git­miş­tik. He­pi­miz gi­yin­dik, ku­şan­dık. Bir ara, sah­ne­nin yan ta­ra­fı­na düşen bir de­lik­ten dı­şa­rı bak­tım; se­yir­ci­ler de bu ge­ce­ye mah­sus gi­yi­nip ku­şan­mış­lar... Hiç de gün­düz so­kak­ta gör­dü­ğüm kı­ya­fet­te de­ğil­ler... Ceza Ka­nu­nu ile, se­yir­ci­ler is­te­dik­le­ri kadar ne­şe­le­ni­yor­lar­dı. Ta ki: üçün­cü per­de­nin or­ta­la­rı­na doğru bir topçu bom­bar­dı­ma­nı­dır baş­la­dı!. Evet, sanki düş­man or­du­la­rı şehri sar­mış, ve­ri­yor bizi topçu ate­şi­ne. Yer ye­rin­den oy­nu­yor... De­me­ye kal­ma­dan, hemen ar­ka­sın­dan bir şan­gır­tı­dır koptu... Müt­hiş bir sağ­nak. Gü­rül­tü­den ses­le­ri­mi­zi sah­ne­den se­yir­ci­ye işit­ti­recek kud­re­ti­miz kal­ma­dı. Ka­dın­lı er­kek­li he­pi­miz artık tem­si­li ak­sat­ma­dan yü­rüt­me­yi değil de, can hav­li­ne düş­tük.
Nasıl düş­me­ye­lim ki; baş­la­ma­sı ile bit­me­si yirmi gün süren ti­yat­ro bi­na­sı için­de­yiz. Ar­ka­sı ala­bil­di­ği­ne yük­sek bir dağ; önü­müz, dal­ga­la­rıy­la meş­hur bir deniz. Biz kum­sa­la ça­kıl­mış acele yapı bir bi­na­nın için­de. Gel de bu şart­lar al­tın­da can kay­gı­sı­na düşme! Allah ver­me­sin, dağ­dan bir sel geldi mi, Fatih’in do­nan­ma­sı gibi, ka­ra­dan de­ni­ze ini­ve­re­ce­ğiz.
TİYAT­RO­YU SEL BA­SI­YOR
O hen­gâm­da gık de­me­den bo­ğul­mak işten değil. Bo­ca­la­mam­dan do­la­yı Nu­ret­tin Bey de müş­kül du­ru­ma düştü. Allah’tan fazla ke­ke­le­me­me vakit kal­ma­dan, o es­na­da bütün ışık­lar sönüp ti­yat­ro­nun içi zi­fi­rî ka­ran­lı­ğa gö­mül­dü. Şeh­rin elekt­rik teş­ki­lâ­tı da, Zati Sun­gur’un ma­ri­fet­le­ri gibi, göz açıp ka­pa­nın­ca­ya kadar tesis edil­miş­ti. Sağa sola yıl­dı­rım­lar düş­me­ye baş­la­yın­ca, ti­yat­ro­ya, lü­zu­mu kadar lamba ve mum­lar­la haber sal­mış­lar: «Şeh­rin ce­re­ya­nı­nı ke­si­yo­ruz» diye. “Her şey­den evvel sanat” der gibi, ku­lis­ten al­dı­ğım lam­ba­yı or­ta­da­ki ma­sa­nın üs­tü­ne koyup oyuna de­va­ma baş­la­dık. Baş­la­dık mı, baş­lı­yor mu idik bi­le­mem: se­yir­ci­ler ara­sın­dan bir fer­yat yük­sel­di: “Sel ba­sı­yor”. Sah­ne­nin önü bir an için­de ka­rış­tı.. Bu benim ka­ran­lık­ta se­çe­bil­di­ğim kısım. Arka ta­raf­la­rı ne âlem­de gö­re­mi­yo­rum ama, artık “Her şey­den evvel can” kur­tar­ma za­ma­nı gel­di­ği­nin an­la­şıl­ma­ya­cak ta­ra­fı kal­ma­dı. Yü­züm­de ya­pış­tır­ma sakal, ar­kam­da Halim Efen­di kı­ya­fe­ti; sahne ka­pı­sı önüne gel­dim ki: her taraf göl!. Ça­re­si yok, pa­ça­la­rı diz ka­pa­ğı­na kadar sı­va­dık, attık aya­ğı­mı­zı de­re­nin içine. Yağan yağ­mu­run şid­de­tin­den az za­man­da üst kıs­mın­dan baş­la­yan ıs­lak­lık oluk ha­lin­de aka­rak, sı­van­mış pa­ça­la­rı­mın kıv­rım­la­rın­dan aşağı doğru bir şe­lâ­le yaptı. Se­ne­ler­ce bu Rize tur­ne­si­ni unu­ta­ma­mış­tık.
AZ KAL­SIN KİM VUR­DU­YA GİDE­CEKTİM
Ben böyle sır­sık­lam bir halde, yağ­mur al­tın­da ve sular için­de, bir karış ötesi gö­rün­mez ka­ran­lık­lar ara­sın­da yü­rü­düm, yü­rü­düm. Ni­ha­yet kar­şı­da cılız bir ışık gör­düm. Hah dedim, bizim otel. Yak­laş­tım. Yak­laş­tım. Işığa bir­kaç adım kaldı kal­ma­dı; yan ta­raf­tan gür bir ses ku­la­ğım­da pat­la­dı! Duuur! Zaten ilik­le­ri­me kadar ıs­lan­mış pe­ri­şan bir hal­de­yim. Bu sesi de du­yun­ca elim aya­ğım bo­şal­dı. Dört gün­dür eş­kı­ya hi­kâ­ye­si din­le­mek­ten, ıs­la­hı hal etmiş sabık şa­ki­ler­le gö­rüş­mek­ten soy­gun­cu­luk ve ölüm şu­uru­ma yer­leş­miş. Dur em­riy­le bir hey­kel ke­sil­dim. Kı­mıl­da­mak değil, nefes al­ma­ya ce­sa­re­tim kal­ma­dı. Sesin sa­hi­bi yak­laş­tı. Hay Allah müs­ta­ha­kım ver­sin; elin­de tü­fe­ği bir jan­dar­ma! Yü­re­ği­me biraz su ser­pil­di ama acaba ben ne­re­ye gel­miş­tim? Memnu mın­tı­ka filan mı idi bu­ra­sı? Meğer orası ha­pis­ha­ne imiş! Demek soy­gun­cu kor­ku­suy­la dur em­ri­ni din­le­me­yip kaç­say­mı­şım, ar­ka­dan kur­şu­nu yi­yecek, ke­li­me-i şe­ha­det ge­ti­re­me­den gi­de­cek­mi­şim.
Bir de otele va­ra­lım ki, üç kat bi­na­nın te­pe­sin­den di­bi­ne kadar sular akı­yor! Hay gö­zü­nü sev­di­ği­min rah­met-i İlâhi’si! Sı­ğı­na­cak bir ote­li­miz vardı. Onun dahi da­mı­nı delip te­mel­le­ri­ne kadar indin! Yapı us­ta­la­rı bu kadar -gün­de ancak ça­tı­yı alıp, ki­re­mit altı tah­ta­la­rı­nı ça­ka­bil­miş­ler. Sa­de­ce gü­neş­ten mu­ha­fa­za için yaz­lık dam. Yağ­mu­ru ge­çir­me­yecek kış­lık damı da, tem­sil­ler bit­tik­ten sonra ta­mam­la­rız, diye dü­şün­müş­ler. Kıs­me­tin­de ola­nın ka­şı­ğın­da çıkar der­ler ya. Bizim kıs­me­ti­mi­ze de bir ge­ce­lik ba­şı­mız­dan aşağı soğuk duş çıktı..
RİZE’Yİ RİZE VALİSİNİ HİÇ UNUT­MA­DIK
Öyle de olsa böyle de, biz Rize’den mem­nun ay­rıl­dık. Dönüş günü ka­ba­ran deniz üs­tün­den ka­yık­lar­la va­pu­ra git­mek güç­lü­ğü, hatta batma teh­li­ke­si ge­çir­me­mi­ze rağ­men, zeki olan hal­kı­nın ti­yat­ro­yu an­la­ya­rak, zevk ala­rak din­le­yi­şin­den biz de zevk duy­duk.
Eş­ra­fı da, eşraf de­li­kan­lı­la­rı da gönül alıcı in­san­lar­dı. Hele ti­yat­ro­yu Rize’ye sok­ma­yı dü­şü­ne­bi­len ve buna te­şeb­büs de eden Vali Meh­met Hur­şit Ak­ka­ya Bey’i daima mu­hab­bet ve say­gıy­la ana­rız...